Kişisel Ağ Sayfası
www.isa-sari.com

“Kırlangıçlar Ülkesi” Romanındaki Motifler Üzerine

24 Ocak 2009 Cumartesi 3 yorum İsa Sarı

Akademisyen Mehmet Önal’ın son romanı olan "Kırlangıçlar Ülkesi"nde, hayalî bir mektup kahramanı olan Yusuf Erdoğan’ın, çocukluğundan itibaren etkilendiği kişi ve olaylardan yola çıkılarak, çeşitli iç çekişmeleri ve hayalleriyle karışık duyguları neticesinde şekillenen hayatı anlatılmaktadır. Bu anlatma sırasında ise günümüz dünyasının bazı toplumsal meselelerine değinilir. Ayrıca eserde, geçmiş, şimdi ve gelecek üçgeni arasındaki köprülerle sağlamlaştırılmış, alışılmışın dışında bir kurgu göze çarpar. Bu çalışmamızda Kırlangıçlar Ülkesi’ne bir yolculuk yapıyor ve bu ülkenin topraklarındaki izlenimlerimizi aktarıyoruz.

Mehmet Önal’ın “Kırlangıçlar Ülkesi” Romanındaki Motifler Üzerine*

(On Themes in Mehmet Önal’s Novel 'Kırlangıçlar Ülkesi')

Kelimeler, kutsal birer varlıktır. Bu kutsal varlıkları bir araya toplayıp harmanlamak ve kompozisyonlar meydana getirmek, gerçek anlamda “yazmak” eylemidir. Bu sihirli eylem ise büyük bir özveri, gayret gerektirir ve bu iş sırasında “yazmak” eylemini gerçekleştiren kişi kendisini kaybedip yeniden bulur. Yazan kişi, herkesin gördüğünü görür, duyduğunu duyar; fakat onları kendi süzgecinden geçirir, duygu ve düşünce dünyasına göre yeniden yorumlar ve farklı bir biçimde sunar. İşte böyle bir eylem sonucu şekillenen ve çalışmamızın konusu olan Mehmet Önal’ın son romanı Kırlangıçlar Ülkesi, Bizim Büro Yayınları tarafından yayımlanmış ve 189 sayfadan oluşmaktadır. Roman, özlemleri, hayalleri ve rüyaları arasında sıkışmış; gerçek ile gerçek olmayan unsurlardan etkilenerek ve bu unsurlara hayal dünyasında belli görevler yükleyip onları sentezleyerek varlığı ve âlemi tanımaya, anlamlandırmaya çalışan bir insanın içe ait olan ve ortamla desteklenen çatışmasını konu edinir. Eser, gelgitlerle dolu duygusal bir hayâlî hayat hikâyesiyle, anlatılmak istenenlerin mektuplar aracılığıyla tamamlanmasıyla ve günümüz dünyasının sorunları ile ülke gündemine birkaç ufak, fakat etkili gönderme sayesinde farklı yöntemleri ortak bir paydada buluşturur ve belli bir etkileyicilik seviyesine ulaşır.

Kırlangıçlar Ülkesi, Selim adlı Posta Müdürü ile İbrahim Necmi Bey adlı arkadaşının sohbetinde ortaya çıkan hayalî bir hikâyedir; bu iki kişinin dışındaki diğer kişiler de ya hayâlîdir ya da gerçek dünyadaki asıllarının değiştirilerek olaya dâhil edilmesinden yola çıkılarak kurgulanmışlardır. Eserdeki ana kurguyu yapan kahraman ise Yusuf Bey’dir.

Romanın kahramanlarından İbrahim Necmi Bey, “geleceğe mektup” göndermeyi istemektedir: “Bu cihanda benim de tuzum olsun diyor İbrahim Necmi Bey. Çocuklarına bir nasihatı kalsın diye bir uzun mektup yazmak istiyor. Mektubunun bir kısmını yazdı... ama nasıl saklayacağını bilemiyor.” (Önal 2008: 6). Bu isteğini gerçekleştirmek için PTT’deki dostu, çocukluk arkadaşı Selim Bey’in yanına gider. Selim Bey ile selâmlaşıp biraz sohbet ettikten sonra düşüncesini ona açar ve olumlu yanıt alır: “Posta Müdürü Selim Bey, onu çok rahatlatan şeyler söyledi. Biraz da kendi yazdığı mektuplardan bahsetti” (Önal, 2008: 8). Daha sonrasında romanın ikinci kısmına giriş yapılır ve gerek hayaller gerekse anılar ve rüyalarla desteklenmiş olaylar gelişmeye başlar.

Romanın bu ve daha sonraki kısımlarında, Selim Bey’in, sahibi olmayan “bilâ nolu mektupları” okumak isteğiyle başlayan ikilemde kalmış hâli aktarılır: “Mesleğine ihanet etmenin ağırlığını yeniden duydu. Hangi sebep ile bilinmez... Dağıtım şefinden aldığı bir çanta dolusu mektubu okumak istemişti. Çözülüşü böyle başladı. Başkasının mektubunu okumak doğru değildi. Bu bir hırsızlık... Biliyor ama... Zarfları evirdi, çevirdi... Okumadı, okuyamadı... Bunca duygulanmanın tecrübesi ile zarfın içindekileri hayâl etmeye başladı.” (Önal 2008: 15). Bundan önce ise, Selim Bey’in hayâlinde cisimleştirdiği kahraman Yusuf Erdoğan’ın çocukluğu anlatılır: Dedesi Behram ile karşılıklı konuşmaları ve dedesinin ona nasihatler vermesi ile Yusuf Erdoğan’ın hayat hikâyesi başlar ve yer yer araya İbrahim Necmi Bey gibi başka anlatıcılar da sokulmak suretiyle yer yer de geçmişe ve geleceğe dönülerek olay örgüsü devam ettirilir.

Yusuf Erdoğan, gençlik yıllarında postacı olmak ister; fakat babası bu meslek ile hayatını sürdüremeyeceğini ve geçinemeyeceğini söyler: “Postacılık diye bir meslek yok artık.” (Önal 2008: 17). Buna rağmen “Sabri Usta’nın ve arkadaşlarının çabaları, annesinin, babasının, kardeşinin razı olmamasına rağmen sonuç verdi. Delikanlı, üniforması parlak aynalar gibi ışıldayan genç bir postacıydı.” (Önal 2008: 17).

Böcekler, Yusuf Erdoğan’ın hayatında önemli bir yere sahiptir: “Böcekler, onun mâziye bakan arkadaşlarıydı. Bazı gecelerde kendisini bir böcek gibi hissetmek, onların türkülerini anlamak için bir böcek gibi sürünmek, kıvrılmak, uçmak, eşyanın utangaç gölgelerinde kaybolmak, sürü içinde evrenin binlerce kıvrımıyla hemhâl olup ince kesim çırpınışlarla keskin şarkılar söylemek isterdi. Her böceğin ruhunu tek böcekte toplayıp, böcek olmanın şuuruyla insanlara bakmak tecrübesini duyduğu günlerde, adını koymasa da, bir var bir yok olan böceklerin kendisinden farklı olmadığını düşünürdü." (Önal 2008: 23). Daha sonrasında, liseyi bitirmesiyle birlikte hasta olduğuna hükmedilir: “Liseyi bitirdiği bir zamanda daha büyük, daha büyük okullar okumak istiyordu. (...) Delikanlının böcekleri keşfedildi. (...) Önce hasta olduğuna hükmettiler. Bir yıl bekleyip, üniversiteye hazırlanmak daha doğru olacaktı. Doktorlara taşınmak, bu yıllarda başladı. Psikologlar, psikiyatr uzmanları... Hocalar ve ailenin büyükleri... Bir yıl süren tereddütlü teşebbüsler, üniversiteyi geciktirdi.” (Önal 2008: 43).

Eserde sık sık karşımıza çıkan ve “tefekkür tepesi” olarak da adlandırılabileceğimiz İkindi Tepesi, kahramanlar için bir hayal kurma, düşünme ve günlük hayatın keşmekeşliğini izleme mekânıdır: “İkindi tepesinin üzerinde, mektuplar hayâl ediyor. Gidenler, gelenler. Aşağıda öyle bir telaş var ki, insanlar koşuşturuyor. Buradan bakınca anlıyorsunuz. Eğer kalabalığın içindeyseniz, siz de koşuşturmaya başlıyorsunuz. Karınca yuvası gibi, inenler çıkanlar...” (Önal 2008: 17-18).

Selim Bey’in çevresinde gördükleri, hayatında yer alan olaylar ve insanlar, onun hayâlî kahramanı olan Yusuf Erdoğan’ın “roman”ında değişik şekillerde yer almaktadır: “İbrahim Necmi Bey, bu perişan garsonu gördükten sonra, dilenci motifi ile ceylanların hangi ilhama dayalı olduklarını anlıyor. Selim Bey, etrafındaki her şeyi böyle tatlı tatlı hikâyeleştiriyor.” (Önal 2008: 180).

Eserin sonunda, hayalî kahraman Yusuf Erdoğan, bir rüya olan hayata veda eder; bu veda sırasında, eksik kalmış yedinci satırı tamamlar ve okuyucuya, geride kalanlara birçok mesaj bırakır.

Eserde Yer Alan Motifler ve Göndermeler

Eserde, üzerinde sıkça durulan motiflerden biri olan böcek, insan süperegosunu temsil etmektedir. Süperego, insan benliğini (egosunu) kontrol altında tutar ve kişinin gerçekleştirmek istediği davranışların topluma ve onun âhlak anlayışına göre uygunluğunu saptar, hareketlerini bu şartlara göre yönlendirme görevi üstlenir. Dolayısıyla böcek, Yusuf Erdoğan’ın hareketlerinin, davranış ve tutumlarının şekillenmesinde önemli bir role sahiptir: “(...) Yalnızca şimdi değil, böceklerin cam gibi keskin ama ince ve şeffaf, biraz da sert hitaplarını, bu çıraklık zamanında duymuştu. Böcek deyip geçmedi. Cama akmış böcekler neler neler anlatıyordu. (...) Böcekler, onun mâziye bakan arkadaşlarıydı.” (Önal 2008: 22-23).

Kırlangıç, doğal hayatı ve hakikati temsil etmektedir. Kırlangıçların özelliklerinden biri, zararlı böcekleri yemesidir. Bu bakımdan onları, “zararlı süperego”ları yok etmesi işleviyle vazifelendirebilmek mümkündür: “Yusuf Erdoğan çıkmaz sokaklardayken oyunlar oynardı. Unutmak istiyor, Meral’i unutamıyor. Böyle hâllerde, kırlangıçlar için böcek oyunu oynayıp derdini unutmak ister.” (Önal 2008: 12-13). Ayrıca kırlangıçlar, belli zamanlarda bir ülkeden başka ülkeye göç ederler. Bu bakımdan onları, ruhlar âleminden maddî dünyaya ve maddî dünyadan da tekrar ruhlar âlemine göç eden insan ile eşleştirebilmemiz mümkündür.

Eserdeki bir diğer önemli motif ise ikizliktir. İkizler Berberi adlı dükkânının sahibi olan ikiz kardeşler Erol ve Erdoğan, varlığın çiftliğini temsil etmekte ve aynı zamanda, varlıkta, her uyarıcının bir ikizi olduğu kabulünü hatırlatmaktadır. Ayrıca, yine berber dükkânında yer alan aynalar ve onlardan yansıyan görüntüler ikizlik durumunu pekiştirmektedir: “Her görüntünün ikizi aynaya aksediyor. Sanki üstadlardan biri diğerinin ikizi değil de, aynadaki aksi... berber dükkânında her şey ikiz. Ustalarım dört tane ve dördü de birbirine tıpatıp benziyor. Hayat bir aynadan ibâret. Seyrediyorum âlemi berber koltuğunda.” (Önal 2008: 52). Bu monologda yer alan "hayat bir aynadan ibâret" ifâdesi bize Platon’un öncülük ettiği yansıtma kuramını çağrıştırmaktadır: “Bilindiği gibi Platon’un felsefesinde asıl gerçeklik, duyularla değil de zihinle kavranabilen idea’lar (form’lar) dünyasıdır. Bizim gördüğümüz, beş duyumuzla algılayabildiğimiz şu maddesel dünya, ağaçları, denizleri, insanları, hayvanları, evreleriyle ancak bir kopyadan (mimesis’den) ibarettir. Bunlardan her birinin ideası vardır ki asıl gerçek olan odur.” (Moran 2006: 21). Bu dünyada gördüklerimiz, duyduklarımız, tattıklarımız, yaşadıklarımız... ise, aslolan ve sadece zihnimizle kavrayabildiğimiz ideaların birer yansımasıdır; dolayısıyla hayat bir aynadan ibârettir. Buna benzer olarak, İkizler Berber Dükkânı dışında Meydanların Üstâdı ve onun ikiz kardeşi de, ikizlik durumunu temsil etmektedir.

Eserin hayalî mektup kahramanı Yusuf Erdoğan, Hz. Yusuf’u çağrıştırır: Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atılmıştır. Orada kendisiyle, hayalleri, özlemleri, umutları ve rüyaları ile baş başadır. Kuyu ise inzivanın, sıkıntının ve zorlukların sembolüdür. Hatta bunlardan da önemlisi, insanın kendisiyle yüzleşip “kendisini bulma”sını gerçekleştirme işlevi görür. Tüm bunlardan yola çıkarsak, Yusuf Erdoğan’ın kendi kuyusunda olduğunu ve bu kuyusunda benliğiyle yüzleştiğini, aslolanı bulma yolunda olduğunu rahatlıkla görebiliriz.

Mankenler, eserin can alıcı motiflerinden birisidir. Manken ile günümüzün arayış içerisinde olan, benliğini kaybetme noktasına gelen, insanî değerlere ve insan ilişkilerine gereken önemi vermeyen, maddî olana gönlünü kaptıran, egoist... insanına telmihte bulunulur: “Hele deli mankenler. Eskiden gülümserdi onlar. (...) Elleri, kolları hareketli mankenler. (...) İlgisiz, merhametsiz, hissiz ve böyle maddî bakmasalar... (...) Elbisesi güzel, gönlü çirkin ve hep benci mankenler. (...) Üstelik bunlar, manken olduğunun farkında bile değil.” (Önal 2008: 74-75).

Ceylan, kimi zaman hayattır: “Hayat bir ceylan... Kaçıveriyor Erdoğanlar’ın, Selim Bey’in, Sabri Usta’nın İbrahim Necmi Bey’in Elinden.” (Önal: 2008, 68). Kimi zaman da böcek olur: “Selim Bey’in böcekleri, ceylanlardı.” (Önal 2008: 104). Bazense insanoğludur: “Ceylan kelimesinin etrâfında koca bir kâinat inşâ edilmiş. Eskiden gül, insan olabilirdi, sevgili, anne, eğitim, hasret, çiçek olabilirdi. Şimdi ceylan, şu insanlardan başkası değil... İkindi tepesinin dibinde koşturuyorlar.” (Önal 2008: 104). Eserde, kendilerinden sıkça söz edilen Meral ve Ceren de birer ceylandır.

Eserde, Semih Bey’in Meral’i ele geçirmek istemesi ise şu şekilde açıklanabilir: Meral, kelime anlamı itibariyle ceylan demektir. Ceylan; hayatı, parayı, kesreti, maddiyatı da temsil eder; bir bakıma böcekler gibi dünyalıktır. Böcekler, süperego; ceylan, kesret... Bu haliyle eserdeki ceylan motifi, divân edebiyatı ve tasavvuf edebiyatı terimlerini çağrıştırmaktadır. Su kadınları ifadesi de, dünyanın gönül çelen yönlerini temsil eden bir ifâdedir ki, etkileri bu dünyada kalacaktır.

Meral, hem Doğu hem de Batı kültürlerini birlikte temsil eden bir figürdür. Aslında kişilerin çoğunda bu Doğu-Batı çatışması görülür. Meral, dinî kabulleri olan bir ailenin tesettürlü bir kızıdır; ama Müslümanların plajının olmasını ister. Bir yandan da Semih Bey’le birlikte meslekî gelişmeyi arzu ederken Erdoğan’ı sever. Hem geleneksel kabulleri vardır hem de kendisini Nemrud sıfatı ile vasfeder.

Rüya, eserin geneline hâkim olan önemli bir motiftir ve rüyalar birtakım hususlarla yorumlanır. Bunlardan birincisi, bu hayatın bir rüya olduğu ve gerçek hayatın, rüya bittikten sonra başlayacağıdır: “Biliyor ki, bir var, bir yok olan rüyanın bitmesine az kaldı. Biten her rüyadan sonra başlayacak gerçek hayatı, bir uyku mahmurluğu ile karşılamak istemiyor. Zinde olmalı.” (Önal 2008: 20). Eserin ilerleyen kısmında, bilgeliğin ve ulviyetin timsâli olan Meydanların Üstadı, hayatı şu şekilde yorumlar: “... daima bir rüyada olduğunu düşün. Bu hayat, bir rüya... Görevlerin, sorumlulukların, sınırların ve akabinde sonsuzluğa açılan kapıların olduğu garip bir rüya. Rüyayı anlayanlar, bilge ve mutlu oluyor.” (Önal 2008: 89).

Hz. Musa motifi, onun Tanrı’dan aldığı ve Tevrat’ın esasını oluşturan on emir1 ile esere uyarlanmış ve Yusuf Erdoğan’ın çıkış yolu hâlini almıştır: Öğretmeninin verdiği ve ilk başta anlamlandıramadığı bu on emir, Sabri Usta’nın elinde bir aynaya sır olmuş ve sonrasında Yusuf Erdoğan, on emri daha iyi bir şekilde kavramıştır: “Aslında bir yanlışlık gibi görünen bu şey, yanlışlık değildi. Delikanlı, öğretmenini dinlemiyordu. Sabri Usta ne yapsın da şu çocuğa öğretmenin emirlerini dinletsin! Nasıl bir tedbir alsın ve kâğıdı okutsun! O büyük aynanın sırrını ödev kâğıdından hazırlamış ve temizlik görevini de Delikanlı’ya vermişti.” (Önal 2008: 87).

Posta, varlıkla olan iletişimdir. Mektup ise insan vücududur: “Bizim vücudumuz... Biz vücudumuzun da bir mektup olduğunu bilmeden... Bazı şeyler var... Belli ki bir yerlerde okuduk. Sen de, ben de. Mektup da öyle... En azından ilkin yazarı tarafından...” (Önal 2008: 91). Ayrıca eserde, insanın, bu dünyanın var olma gerekçesini anlayabilmesinin nedenliliğini düşündüren bir gönderme de yapılır: “Şu mektubu okuyun diye var bütün evren. Demek sırrı böyle bulacağız.” (Önal 2008: 98).

Bu durumlar ile Tanrı’nın, Meleği aracılığıyla Peygamber’e, sonra da tüm insanlığa gönderdiği vahiyleri arasında bir ilgi kurulabilir. Aslında bu dünyadaki her fenomen bir mektuptur. Her uyarıcı, her obje bir haber verir. Bu haberin ilâhî, kudsî yanları vardır, beşerî yanları vardır. İnsanın vücudu bile bizatihî bir haber ve mektup iken, bu evrendeki her objenin bu anlamda bir mektup olduğu düşünülebilir. Bir farkla ki, insan hem mektubun kendisidir, vücut zarfıyla zarflanmıştır ve hem de mektubu okuyabilen bir canlıdır.

Eserde, hayatı anlamlı kılan ve hayatın devamlılığı için gerekli olan unsurların en başında gelen kutlu faaliyetlere de değinilir: “Kutlu faaliyetler, bilim, sanat, felsefe, din... vaktimizi değerlendirip imtizaç ediyoruz.” (Önal 2008: 103).

Behram, hem ana kahraman Yusuf Erdoğan’ın avcı dedesidir. Aynı zamanda dilenci ve çaycıyı da karşılar. Avcı, dilenci ve çaycı arasındaki bağlantı çeşitli açılardan yorumlanabilir: Genel anlamda dilenci, başkalarına muhtaçtır, onlar olmadan yaşayamaz. Avcı da av olmasa yaşayamaz. Avı yaratan ise Tanrı’dır. Dolayısıyla avcı, Tanrı’ya muhtaçtır. Bu bakımdan ikisi arasında bir benzerlik kurulabilir mi? Aslında bütün hikâyenin kuruluşu gibi dilenci de, Yusuf bey’in etrafında gördüğü değerleri bir hayâle aktarması sonucunda vücut bulur.

Cam, şeffaftır; sadece görüneni gösterir. Aksine ayna ise yansıtır, kişinin kendini ve hatta iç dünyasını görebilmesini sağlar. Eserin geneline hâkim olan ayna motifinde ise insanın iç dünyasını yansıtma işlevi yüklüdür ve ayna yapabilmek, yani insanın kendi dünyasını görüp anlayabilmesi oldukça güçtür: “Bir ara ayna yapmayı öğreniyorum sandı. Ayna demek dile kolay. Usta, bir camcının gerçek cam ustası olabilmesi için ayna yapmayı öğrenmesi lazım derdi. O ise aynaya bakar, böceklerini görürdü. (...) Acaba şeffaf bir camın arkasına böceklerden sır yapsa, ayna olur muydu?” (Önal 2008: 26-27).

Sabri Usta, sabırlı bir camcı ve ayna ustası, aynı zamanda da modern bir ahlâkçı, gönül tamircisidir. Gönül Tamirhanesi’nde konu komşunun, eşin dostun televizyonunu, radyosunu onarır; dahası insanları dinler, onların dertlerine deva olup gönüllerini de tamir eder. Yusuf Erdoğan da yine Sabri Usta ve onun Gönül Tamirhanesi aracılığıyla birinci kilidini açar ve Sabri Usta’sına biat eder. Bu biat etme ise bir kabulleniş ve inançtır. Razı olma durumunu akıllara getirir.

Kediler genelde miskin ve vurdumduymaz olarak bilinirler. Oysa eserde kedi, hayat mücadelesindedir. Öyle ki, kemik parçası üzerindeki bir miktar et için kendini hırpalayacak, yaralayacak kadar mücadelesinde kararlıdır.

Eserde, şehir hayatına ve onun karmaşıklığına da göndermelerde bulunulur. Kırsaldan kente göç neticesinde yeteri kadar düzenli bir şehirleşmenin gerçekleşememesiyle ortaya çıkan çarpık kentleşme, şehirlerin kalabalığı, birbiriyle ilgisiz yerleşkelerin iç içe olması... gibi durumlar, oldukça etkileyici betimlemeler ile anlatılır: “Telaşlı çığlıklarla arabalar geçiyor. Siren sesleri birbirine giriyor. Trafik, sıkışık. Araçlar, üst üste. Böcek yığınları gibi bağrışıyorlar. Bir hengâme, bir kargaşa... On beş aracın geçeceği bir sokaktan iki bin araba geçmeye çalışıyor. Böcekler, karınca sürüleri. Üst üste. Bir ambülans, taşıdığı hastayı bu sürüden kurtarabilirse, hastaneye ulaştıracak. Ambülansın sireni, böcek çığlığı. Tanıdık şehir manzaraları... Sit alanları, gecekondu bölgeleri birbirine girmiş... Spor tesisleri, fabrikalar, eğlence mekânları...” (Önal 2008: 6).

Yine yanlış şehirleşmenin olumsuz sonuçlarından biri ve çağdaş dünya düzeninin dayatması olan insanî değerlerin ve akrabalık ilişkilerinin zayıflaması da, eserde sıkça üzerinde durulan bir olgudur: “İnsanlar gün-be-gün birbirlerinden, ailelerinden kopuyorlar. Neslimizden iki üç göbek sonrakiler acaba bizi hatırlayacak mı? Çok zor görünüyor. Her şey unutuluyor. Unutulmayanı bulmak, talep ve nasip meselesi... Akraba ilişkileri zayıflıyor. Aynı apartmanda oturup da birbirini tanımayan komşular var. Aile hayatı, iş ve okul çevresi... Birbirine zıt davranışlar teklif etmede...” (Önal 2008: 6).

S o n u ç

Romanın geneline hâkim olan didaktik anlatım tarzı ve olayların yorumlanışındaki post-modernist akımın ve özellikle Oğuz Atay’ın etkisi, okuyucuyu, belli bir seviyede düşünmeye sevk ediyor ve olaylar arasındaki kompleks bağlantıları ilgi çekici hâle getiriyor. Okuyucunun düşünce dünyasında birçok çağrışım uyandırabilecek girift tamlamalar, çeşitli duygu ve hayaller ile süslenmiş tasvirler, ana hikâyenin çiçeklerinin açmasını sağlamaktadır. Olaylar arasındaki sıkı bağlar ve kahramanların birbirleriyle olan gizemli ilişkisi de anlatının sürükleyiciliğini pekiştirmektedir.

Ayrıca, Jacques Derrida’nın “Her okuduğuna güvenme” sözü ile bütünleşmiş olan yapıbozumculuğunu, eserin her cümlesinde görebilmek mümkündür. Eser, bu durum göz önüne alınarak okunduğunda farklı dünyalara ve çağrışımlara kapısını açmaktadır.

Eserin postmodernist açılımları, klâsik hikâye özellikleri ile de birleşir. Eserin tamamı Yusuf Bey ile arkadaşı İbrahim Necmi Bey’in sohbeti ile ortaya çıkan bir üst-kurgudur. Anlatma sanatındaki klâsik gelenek, üst-kurgu tekniği ile birleştirilir. İbrahim Necmi Bey ile Yusuf Bey’in dışındaki bütün insanlar hayalîdir. Üst-kurgu, iç içe girmiş kurgular ile hayal-gerçek çatışmasını ve yer yer de benzerliğini verir. Sanatın bir oyun olması fikri ile hayatın oyun gibi algılanması fikri, eserin önemli yorumları arasındadır. Ayrıca eserde, yapıbozumculuğun bir tekniği sayılan gevşek kurgu dokusu ile bir diğer tekniği olan çoğul anlatıcı tekniği kullanılmıştır.

K A Y N A K L A R

MORAN, Berna (2006), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul.
ÖNAL, Mehmet (2008), Kırlangıçlar Ülkesi, Bizim Büro Yayınları, Ankara.


* Bu yazı, "Edebiyat Otağı" dergisinin Aralık 2008 sayısında yayımlanmıştır.

1 Eserde yer alan on emir şöyledir:
“1. Kendimizi tanımalıyız.
2. İhtiras tanımları yapmalıyız.
3. İlgi merkezlerini belirlemeliyiz.
4. Doğumdan bu yana bizi en çok hangi kişi(ler), olay, eşya, durum, şey... etkiledi?... Bilmeliyiz.
5. Kendimizdeki ilerlemeleri veya yerinde sayışımızı fark etmeliyiz.
6. İnsanın asıl gündemi nedir? Ne olmalıdır? Fert ve toplum olarak gündem nedir? Anlamalıyız.
7. Kendimizi kelimelerle ifâde ederken tarihî gelişme içinde hazırlık, teori ve uygulama bilgilerini gözden geçirmeliyiz. Felsefe tarihi buna bir örnektir.
8. Birikimlerimiz nelerdir, düşünmeliyiz.
9. Hayatımızın ehem-mühim sırasını yapmalıyız.
10. Yaşarken yapacağımız işlere, mâruz kalacağımız hâllere ve etkileyeceğim kişi veya durumlara karşı hazırlığımız var mı? Hazırbulunuşluk ne durumda, bilmeliyiz.” (Önal, 2008: 86-87).

, , , , , , , , , , , , , ,

3
Bir yorum yapabilir veya soru sorabilirsiniz.

avatar
3 Yorum konuları
0 Konu cevapları
0 Takipçiler
 
En çok okunan yorum
En fazla talep alan yorum
3 Yorum yazarları
yasin  üstekİsa SarıMert Tufan Demir Son yorum yazarları
  Abone ol  
en yeni en eski en beğenilen
Şunları bildir:
yasin  üstek
yasin üstek

çok iyi bir kitap

İsa Sarı

Sayın Mert Tufan Demir,
Kitabı temin etmek için Bizim Büro Basımevi ile irtibata geçebilirsiniz. Telefon numarası: 0312 435 82 07

Mert Tufan Demir
Mert Tufan Demir

Mehmet Önal'ı tanımıyorum ve ismini daha önce hiç duymamıştım, ama yazıyı okudum ve kitap ilgilmi çekti. En kısa zamanda alıp okuyacağım. Kitabı nereden satın alabiliriz?